Demokrasinin
amaç mı araç mı olduğu, devlet düzeninin nasıl olması gerektiği ve hukukun üstünlüğünün mü yoksa üstünlerin hukukunun mu olduğunun tartışıldığı şu günlerde
ben daha başka bir meseleyi düşünmekteyim.
Türkiye 31 Mart Yerel Seçimleri’nin ardından yenilenen İstanbul Seçimleri’ne odaklanmış durumda. Seçime giden bu sürecin nasıl olgunlaştığını anlatmaya çalışsak roman olur herhalde. Seçim adeta eski ile yeni arasında bir mücadeleye dönüşmüş durumda. Belirtmeliyim ki burada eski-yeni ayrımı yaparken herhangi bir iyi-kötü ayrımı yapmıyorum. Genel gözlemim şu: 23 Haziran akşamı 25 yıldır İstanbul’u, 17 yıldır ülkeyi yöneten bir siyasal iktidar ile yıllardır ülke yönetiminde söz alamayan ve medya başta olmak üzere birçok mecrada bastırılmış hisseden, umutsuz olan fakat İmamoğlu ile canlanan bir muhalefetin mücadelesini izleyeceğiz. Muhalefetin yıllardır seçimlerde aldığı fiyasko sonuçlar ortada. CHP ne yaparsa yapsın ana muhalefet konumundan kurtulamıyor. Açıkçası birkaç ay öncesine kadar CHP’nin geleceğin cumhurbaşkanı olarak görülebilecek bir isim ortaya çıkarması da pek muhtemel görünmüyordu. “Muharrem İnce bile bekleneni veremedi,” düşüncesi hakimdi. Diğer partilerden bahsetmeye gerek yok bile. %20’lerden aşağı düşmez denilen Meral Akşener ve İyi Parti’nin 24 Haziran’da aldığı oy oranı belliydi. Fakat bahsi geçen isim ve partilerden farklı olarak ortaya İmamoğlu çıktı ve ülkedeki tüm siyasi atmosferi etkisi altına aldı. Burada İmamoğlu’nun geleceği için oluşan baskın düşünceden yola çıkarak birkaç analiz yazmak istedim.
Ne ilginçtir ki Türkiye’de güçlü liderler ve iktidarlar bedel ödeyerek önemli noktalara geliyorlar. Buradan her türlü komplo teorisini üretebilirsiniz. Fakat ben konjonktür bakımından bir değerlendirme yapmak istiyorum. Elle tutulur bir dayanağı olmayan fikir ve düşüncelere oldum olası karşı çıkmışımdır. Hep bir ‘gizli el’den bahsedilir. Belki vardır bu gizli eller ama meseleleri sebep-sonuç dairesinde incelemek daha akıllıca olacaktır. Neyse fazla uzatmayalım.
1946 Genel Seçimleri hepinizin malumudur. Seçimin ne şekilde yapıldığı ve sonucunun nasıl ‘tayin edildiği’ artık tartışılmaz bir genel kabul görmektedir. Türkiye’de ilk defa Cumhuriyet’in kurucu iktidarı olan CHP’ye karşı bir alternatif olarak ortaya çıkan bir Demokrat Parti vardı. 1946 Seçimleri’nde mağdur edilmişti. Açık oy-gizli sayım gibi bir saçmalıkla siyasi tarihimize kara bir leke olarak geçen 1946 Seçimleri, aslında gelecekteki iktidarı da haber ediyordu. Siyasetin baştan aşağı bir etki-tepki olduğunu anlatmaya gerek yoktur umarım. Celal Bayar liderliğindeki Demokrat Parti 4 yıl sonraki seçimlerde çok büyük bir meclis çoğunluğu ile iktidarı ele almıştı. 1946 Seçimleri’nin özellikle taşradaki görevliler tarafından ziyan edildiği söylenir. Mehmet Ali Birand’ın ‘Demirkırat’ belgeselinde o dönemin şahitleri birinci ağızdan meseleyi böyle anlatıyor. Hatta İnönü’nün böyle bir şeyi istemeyeceğini söyleyen de var. Aslı var mıdır bilinmez. Ben Cemil Koçak’ın aktardıklarından 1950 Seçimleri’nden sonra İnönü’ye askerler tarafından “Darbe yapalım” teklifinin geldiğini ve bu teklifin İnönü tarafından reddedildiğini okudum. Belki de İsmet İnönü hem 1946 hem de 1950 Seçimleri’nde demokrasinin tam tecelli etmesini istemiştir. Türkiye’nin çok partili siyasi hayata İnönü döneminde geçtiğini unutmamak gerekir. Fakat 1946 Seçimleri kara bir leke olarak hafızalarda yer etmiştir.
Bir başka örnek de Süleyman Demirel’dir. Demirel söylem olarak halka hitap eden ve karşılık bulan bir liderdir. Fakat Demirel’i özel yapan tek şey bu değildir. 1971 Muhtırası ve 1980 Darbesi ile iktidarı elinden alınan Demirel de önemli mağduriyetler yaşamıştır. Fakat Demirel girdiği birçok seçimde halktan önemli bir karşılık görmüştür. 28 Şubat Süreci’nde de cumhurbaşkanı olarak görev yapan Demirel’in sürece sessiz kalmasının da ‘darbe endişesi’ olduğu söylenir. Ne kadar doğrudur bilemem fakat ihtimaldir.
Bugün itibariyle iktidarda bulunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da iktidarı kolay kazanmamıştır. Erdoğan 28 Şubat Süreci’nin mağdurlarını da siyasi olarak temsil ediyordu. Pınarhisar Cezaevi’nde başlayan süreç Erdoğan’ı 3 yıl sonra tek başına iktidara taşımıştır. 28 Şubat Süreci’nde yaşananlar da Erdoğan’a iktidar yolunu açmıştır. Burada verilen örnekler birçok argümanla desteklenebilir. Fakat ben anlatmak istediğim meseleye gelmek istiyorum. Ekrem İmamoğlu’nun zorlu seçim süreci ve mazbatasının elinden alınması çok farklı siyasi sonuçlar doğurabilir. Geleceğin güçlü bir cumhurbaşkanı adayı olarak görülen İmamoğlu için bugünlerde “Yargı önünü kesebilir,” açıklamaları geliyor. Şüphesiz ki Ekrem İmamoğlu mağdur edilmiştir. 23 Haziran akşamı hangi sonuç çıkarsa çıksın İmamoğlu gelecekte önemli bir siyasi aktör olacaktır. İmamoğlu’nu bu kadar popüler yapan sadece söylemleri değildir. Yaşadığı süreç O’na çok önemli bir misyon yüklemiştir. Kendisi bugün itibariyle muhalefetin umududur. Dolayısıyla geçmişten bugüne iktidar mücadelesini büyük zaferlerle kazananlara bakacak olursak İmamoğlu’nun geleceğinde de ne olduğunu az çok tahmin edebiliriz. Ben de tüm bu anlattıklarımdan sonra “Kardeşim iktidara gelmek için illa ‘bir şey’ mi olmalı?” diye sormak istiyorum. Hep mi bedel ödenerek iktidara gelinir? Hep mi çetin mücadeleler verilir? Bizim şeffaf, anayasaya uygun, denetimi kolay ve usulsüzlük tartışmalarından uzak bir seçimimiz olmayacak mı? İlla ‘bir şey’ mi olmalı? Hiç mi tarihten ders almayacağız? Bu sorular uzar gider. Kalın sağlıcakla…

Yorumlar
Yorum Gönder